Otonomi: Kişisel Bağımsızlığımızı İlan Edebilir miyiz?

Otonomi: Kişisel Bağımsızlığımızı İlan Edebilir miyiz?

Otonomi (özerklik) kavramı Amerikan Psikoloji Birliği tarafından bir bireyin, grupta veya toplumda bağımsız olabilmesi ve kendi kararları ile hayatına yön verebilmesi durumu olarak tanımlanıyor. Eğer başkaları bizim için veya bizim yerimize karar veriyorsa yeterince bağımsız olup olmadığımızı düşünmek için kendimize bir alan açmaya ihtiyacımız olabilir. Bir başkasının bizim uygulamamız için verdiği kararlar yerine kendi seçimlerimizi uygulamayı birçoğumuz tercih ederiz. Bazen duygusal manipülasyona maruz kaldığımızda, toplumsal olarak baskı altında olduğumuzda veya bir gruba uyum sağlamak adına farkında olmadan bile kararlarımız dış uyaranlar tarafından yönetiliyor olabilir. Mesela aslında beğenmediğimiz bir ürünü çevremizdeki herkes kullanıyor diye almak bu durumun bir örneğidir. Çevrede maruz kaldığımız baskılardan dolayı aldığımız kararlar tamamen bize ait olmayabilir. Otonomi aslında göreceli bir kavramdır. Başkalarından daha özerk olduğumuzu düşünebiliriz ya da başkalarının bizden ama gerçekte aslında kim ne kadar bağımsız? Otonom bir birey olma yolculuğunu psikoloji biliminin ışığında inceleyelim.

Otonomi aslında çocukluk yıllarından itibaren karşımıza çıkan bir kavramdır. Doğan Cüceloğlu özerk bir birey olmanın temel ihtiyacımız oluşunu çocukluk dönemimizdeki yönelimlerimize dair bir örnek ile açıklar. Bir çocuk parka giderken karşılaştığı cazip oyun imkanlarının peşinden gitmek için ebeveynlerinin elini bırakıp isteklerine yönelmek ister. Ebeveyni elini bırakmadığında ağlar. Elini bırakıp kendi başına parka doğru ilerlerken ise coşku içindedir. Fakat belli bir yere geldiğinde durup arkasına bakar ve ebeveyninin ona yetişmesini bekler. Burada çocuğun tek başına coşku ile isteklerinin peşinden gitmesi aslında birey olma gereksinimimizin güzel bir temsilidir. Ardından ebeveynini bekleyişi ise ait olma ihtiyacımızı bize gösterir. Hem ait olma hem de otonom olma insanlığımızın temel birer parçasıdır.

Ahlaki gelişimin üç aşamalı modeli bize otonominin insan psikolojisi ile bağlantısını açıklar. Bu modelde çocukluk birinci aşama olarak kabul edilir. Bu aşamada ilk olarak ailemizden gördüğümüz disiplini ve görev kavramını algılamaya başlarız. Daha çok ailemizle iletişim halinde olduğumuz için onların istediği gibi davranmaya çalışırız. İkinci aşama olarak; biraz daha büyüdüğümüz zaman, okul çağı da denebilir, diğer kişilerin duygu ve düşüncelerine karşı duyarlı olmaya başlarız. Bu süreçte bir gruba ait olma isteğimiz oluştuğu için karşımızdakilerin de psikolojik iyi oluşuna önem veririz. Son aşama, ergenlikten yetişkinliğe geçtiğimiz, en uzun aşamadır. Hem kendimize iyi baktığımız hem de karşımızdakileri düşündüğümüz bir aşamadır. Bu süreçte ebeveynlerimizin ve okulun ötesine geçeriz. Kendi kariyerimiz ve ailemiz hakkında kendi başımıza da kararlar alabileceğimiz bir aşama olarak bilinir. Bu aşamada toplumun da ahlaki gelişimimize etkisini görebiliriz. 

 

Ahlaki Gelişimin Aşamaları 

  • Her aşama kendine has bir problemle gelir. Gelişim çağında olan bir çocuk olabildiğince hızlı ve etkili öğrenmeye çalışır. Henüz dünyayı yeni tanıma aşamasında olduğu için hayatta kalmanın basit kurallarını ne kadar hızlı öğrenirse onun için o kadar iyi olur. Bundan dolayı da tehlikenin ne olduğunu kavramalı ve tehlikeli durumlar hakkında bilgilenmelidir. İlk aşamada ona bakan kişiyi sorgulamak küçük çocuklar için alınamayacak bir risktir. Fakat bazı çocuklar kişilikleriyle doğrudan ilişkili olarak daha sorgulayıcı olurlar. Hayata alışmaya çalışırken toplumun kuralları ve normlarıyla da karşılaşırız, bunlarla yaşamayı öğrenmek bu aşamaya has bir durumdur. 
  • İkinci aşamaya geçtiğimizde hayatımızda verdiğimiz kararlarda ve psikolojik iyi oluşumuzda ailemiz dışında kişilerin etkisi oluşmaya başlar. Çevremizdekilerle uyum içinde yaşamayı öğreniriz. Empati, bu aşamada öğrendiğimiz bir beceridir. Herkesin bu beceriyi mükemmel bir şekilde kullanması mümkün değildir. Bazı kişiler daha empatik olurken bazıları ise bu konuda biraz daha geri planda kalırlar. Yaşamamız içinde gerekli olan empati zamanla da gelişebilir. İlk adımları bu aşamada atılırken hayatımızın geri kalanında da empati yapmaya dair kendimizi geliştirebiliriz. Olaydan olaya da değişebilir, bazı durumlarda başkalarının perspektifinden daha rahat bakarız ama bazen de zorlanabiliriz. Özellikle ergenlik döneminde başkaları tarafından kabul ve bir gruba ait olma gibi durumlar ön planda olduğundan çevrelerinde hep kendilerine benzer kişilerin olması daha olasıdır. Benzer kişilerle empati yapmamız, bağ kurmamız ve anlaşabilmemiz daha kolay olur. 
  • Üçüncü aşama yani yetişkinliğimizi oluşturan bu süreçte yaşadıklarımız bizi biz yapan özellikler olarak hayatımız boyunca bizimle olacaklardır. 

Bu aşamalar sayesinde bir düşünce yapısı oluştururuz. Bir karar alırken aslında geçtiğimiz bu aşamalardan etkilendiklerimizden yola çıkarız. Yani, eğer belirli bir toplumda yaşıyorsak o toplumun bizim düşünce yapımıza etkisi anlamlı bir düzeydedir. Bunu sadece büyük çevre olarak düşünmemek gerek. Yakın çevremizde, ailemiz ve arkadaşlarımız biz farkında olmadan üzerimizde önemli bir etkiye sahiptirler. Başkalarının beklentisine göre mi davranıyoruz veya gerçekten salt kendi düşüncemiz mi anlamak kolay değildir. Doğduğumuz andan itibaren bizi biz yapan bir sürü şey ile karşı karşıya geliriz. Bunların bizi yönlendirmesi bizim belki de özerkliğimizi baltalar. Çünkü ne kadar istesek de etkilerden kurtulmak oldukça zordur. Bunlar bizim bilincimiz dışında bize katkıda bulunur. Aynı toplumda, aynı çevreye sahip kişilerde bile bu faktörler aynı seviyede tesir etmeyebilir. Bu da bireyin kişiliği ile yakından ilgilidir. 

Doğduğumuz ailenin bizdeki etkisi kaçınılmaz. Aileleriyle daha güçlü bağlara sahip kişiler arkadaş baskısından daha kolay kaçabilir. O gibi kişilere “içe yönelik” (“inner-directed”) denir. Bu kişiler kararlarını kendi iç inançları ve motivasyonları ile alırlar. Fakat onlar da aslında ailelerinin görüşlerini ve değerlerini kabul ettikleri için yine düşünceleri kendilerine özel değil, ailelerinin yansımasıdır. “Dışa yönelik” (“other-directed”) kişiler de aksine ailelerinden çok arkadaşlarının ve çevrenin etkileri altında kalırlar. İki tarafta da görüldüğü gibi özerklik 100% bir şekilde sağlanamıyor. Her durumda birilerinin etkisi altındayız. Aslında içe yönelik kişiler otonomiye daha çok sahiptirler denebilir. Çünkü anında kabul etmek yerine, sorgulamaya çok daha açıktırlar ve kendi kişisel kimlikleri güçlüdür. Dışa yönelik kişiler ise çevreden çok etkilendiği için sosyal kimlikleri daha güçlüdür. Bu etkiler bize bağımsız bir birey olamayacağımızı göstermek. Aksine, otonom olmanın bir ihtiyacımız olduğu gibi ait olma güdümüzden de tamamiyle ayrıştırılamayacağını bizlere gösterir. 

Sonuç olarak, otonomi başkalarının düşüncelerinden veya etkilerinden tamamen kurtulmuş olmak değildir. Bunlara karşı çıkmak da diyemeyiz. Özünde; ahlaki değerlere dayalı otonomi, kendi içimizde tutarlı, öz disipline sahip, bilinçli bireyler olarak bize özgürce seçme hakkı veren kişilere sadık olmak ve diğerlerine saygılı olmaktır. Hiçbir şeyden tamamen etkilenmemek mümkün değildir. Bizim ve çevremiz için en optimal durumu seçme hakkına sahip olmak ve bunu saygı çerçevesi içinde yapıyor olmak ahlaki değerlendirmeye dayalı otonomiye sahip olduğumuzun göstergesidir.

Yazar: Psikolog Lara Kartal

 

Kaynakça

Hogan, R., Johnson, J. A., & Emler, N. P. (1978). A socioanalytic theory of moral development. In W. Damon (Ed.), New directions for child development: Vol. 2. Moral development (pp. 1-18). San Francisco: Jossey-Bass. https://doi.org/10.1002/cd.23219780203

Ryan R. M. & Deci, E. L. (2000). Intrinsic and extrinsic motivations: Classic definitions and new directions. Contemporary Educational Psychology, 25, 54–67.

Deci, E. L., & Ryan, R. M. (2000). The “what” and “why” of goal pursuits: Human needs and the self-determination of behavior. Psychological Inquiry 11(4), 227–268.

Okumalara Dön